Bugün, nehir kenarında oturmuş, cuma gününün verdiği huşuyla güzel bir havada sohbet ederken kitaplardan da konuştuk. Aklıma Hemingway geldi. Bu hafta Yaşlı Adam ve Deniz’i yıllar sonra yeniden okumuştum. Kitap, zihnimde farklı şeyler uyandırdı. Ortaokul yıllarıydı sanırım, ilk kez okuduğumda. Sade dili, hikâyenin dingin ama güçlü ritmi beni çok etkilemişti.
Bu kez yeniden okumaya başladığımda, önsözde hikâyenin nasıl yazıldığını okuyunca daha da keyifli hâle geldi. Meğer hikâyenin ilk tohumu, Hemingway’in 1936’da Esquire dergisine yazdığı bir yazıda atılmış. Kübalı dostu Carlos’un anlattığı bir balıkçı hikâyesi: Açık denizde kılıçbalığıyla iki gün iki gece mücadele eden yaşlı bir adam. Sonunda balığı zıpkınlıyor ama köpekbalıkları saldırıyor. Yaşlı adam, kayığında tek başına onlarla da savaşıyor. Balığın geriye kalan kısmını kayığa bağlayıp dönmeye çalışırken bulunuyor. Ve ağlıyor…
Bu hikâye Hemingway’in zihninden hiç çıkmamış. Ama yazıya dökmesi 15 yılını almış. Nihayet 1951’de, Küba’daki evinde yazmaya başlamış. Hikâyeyi, yaşlı balıkçının gözünden ve onun düşüncelerinden aktarmış. Zaten bir kitabın en büyük gücü de bu değil mi? Okuyucunun hayal gücüne yer açmak. Hikâye Life dergisinde tek parça hâlinde yayımlanıyor. Ardından kitap olarak basılıyor ve büyük ses getiriyor. Öyle ki, 1954 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasında bu kitap özel olarak anılıyor.
Bu noktada içimden “Ne garip,” diyorum. Açık denizde yalnız bir balıkçı, hayali bile zor bir mücadele veriyor. Mücadelenin sonunda onu asıl zorlayan şey, kazandığını koruyamamak oluyor. Ve yine de o hikâye, bir yazarın kariyerindeki en büyük zaferi hâline geliyor.
Bu satırları yazarken beni benzer şekilde etkileyen bir başka hikâye geliyor aklıma: Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı.Gabriel García Márquez bu kitabı , 18 ay boyunca yazıyor. İşini bırakıyor, geçimi eşi Mercedes’e emanet. Evde daktilo tıkırtısı dışında hiçbir ses yok. Ellerindeki her şeyi tüketiyorlar; hatta fırıncıya, kasaba bile borçlanıyorlar.
Roman bittiğinde ise başka bir engel çıkıyor: Dosyayı Arjantin’deki yayınevine göndermek için yeterli paraları yok. Ellerinde kalan saç kurutma makinesi, ısıtıcı, mikseri satıp postaneye gidiyorlar. Ama para, romanın tamamını göndermeye yetmiyor. Paketi ikiye bölüyorlar. Paranın yettiği kadarını gönderiyorlar. Eve döndüklerinde fark ediyorlar ki romanın son yarısını göndermişler.
Kısa süre sonra yayınevi editörü arıyor. Son bölüme bayılmış. İlk kısmı da sabırsızlıkla beklediğini söylüyor ve tüm gönderim masraflarını karşılamayı teklif ediyor. Devamı malum: Yüzyıllık Yalnızlık dünyayı etkiliyor, Márquez edebiyat tarihine geçiyor.
İki farklı kıta. İki farklı yazar. Ama ortak bir şey var: Bir hikâyenin gücüne duydukları inanç. Ve elbette, tutku.
İnsan ne yapıyorsa, tutkuyla yaptığında başka bir şeye dönüşüyor sanırım. Hemingway vazgeçmiyor, Márquez vazgeçmiyor… Ve bugün hayatlarımıza dokunan eserler bırakıyorlar.
Sanırım içinde tutku olmayan her şey biraz mış gibi oluyor...
Yazılarınızı okumaktan çok keyif alıyorum.Lütfen daha sık yazın.
YanıtlaSilTeşekkürler!
YanıtlaSil