şansını mı denemek istiyorsun? öyleyse, rastgele bir yazıyı okumaya ne dersin?

AYAZ

"Gün olur  parmaklarım klavye tuşları üzerinde ilk denemem için ağır ağır yolunu alır."


Hayatının en güzel zamanıydı, çektiği havanın temizliği ciğerlerini yakarken,  çocukluğunda koyun peşinde gezdiği yeşil dağlar aklına geldi Ayaz'ın. Az beslenmekten olsa gerek zayıf çelimsiz bir yapıdaydı. Kısacık saçları, toprak rengi teni ve kahverengi gözleri ile Anadolu kokuyordu buram buram. Şimdi sarp kayalıklarda bir şeylerden, birilerinden saklanarak yolunu bulmaya, avcı iken av olmamaya çalışıyordu.


 Vakit güneşin dünya ile vedalaşması, ayın dünyayı  ele geçirmesi arasında bir yerlerdeydi. Hava oldukça soğuktu. Ah o soğuk yok mu işte ölümün ta kendisiydi, bu karla kaplı sarp kayalarda. Ellerini hissetmiyordu. Sıkıca tuttuğu kabzadan, yavaşca elini çekerek burnuna doğru götürdü. Anası aklına geldi birden. Hava azıcık soğusa burnu kıpkırmızı olurdu. Anası  her soğuk havada o kırmızı burnu eliyle okşar, "Ah yavrımmm çok mu üşüdün?" derdi. Şimdi o eli özlüyordu vakit kör karanlığa giderken. Soğuğun etkisi ile yavaş yavaş uykuya daldı sığındığı inde. 
Gece o kadar ansızın bitmişti ki onun için, çektiği derin uykunun etkisinden mi yoksa gördüğü rüyanın etkisinden mi kıpırdayamıyordu. Soğuk iliklerine kadar işlemişti. O sadece rüyasında gördüklerinin ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordu. Uyanmak istiyordu ama göz kapaklarını bir türlü açamıyordu.

Zor bir çocukluk geçirmişti. Babasını erken yaşta kaybetmişti. Ah ya babası! Nasıl da mert bir adamdı Mehmet Zaim.
Hasat vakti güneşin ilk ışıklarında babasının omuzlarına biner taa tarlalarına kadar omuzlarından  hiç inmezdi. Hele bir de babası yanık sesiyle türkü söylerse yerinde duramaz, kendi de mırıldanarak eşlik etmeye çalışırdı. Hayatındaki en mutlu anlar o zaman başlardı. Tarlaya öğle vakti anasının getirdiği yemekleri, babasının bağdaş kurup, onu da kucağına alarak, yemeği birlikte yemeleri daha dün gibiydi.

Her şey Mehmet Zaim’in ansızın ölümü ile başladı. Anasıyla sırt sırta vererek ayakta durmaya çalışıyorlardı. Hayat her zamankinden daha acımasızdı. Koskoca dünyada bir başlarına kalmışlardı. Babası neden ansızın onları bırakıp gitmişti. Hiç anlam veremiyor çok kızıyordu ona. Ama daha sonra yüzünü hatırlayınca göz yaşlarına boğuluyor babasını ne kadar özlediğini hissediyordu.


Her geçen gün yeni bir acıya ortak oluyordu. Artık açlık denen illetle tanışmıştı.Bazen anası kendi yemiyor ona yediriyordu. Herşeye katlanacak gücü buluyordu ama, anasının gizlice ağladığına şahit olduğu günler, çaresizliğin acısı, kalbinde kor, gözlerinde tarif edilemez bir isyan dalgası yaratıyordu. Çocuktu  herşeye ağlayacak kadar çaresiz, gözleri hiçbirşeyi görmeyecek kadar gözü karaydı.Anasının gül cemali yavaş yavaş soluyordu gözleri önünde. Kararlıydı  boyun eğmeyecekti bu düzene. Omuzlarındaki yükü atmayacak, ama altında da ezilmeyecekti.

Zaman amansız yıkımı ile acılarana hiç aldırış etmeden geçerken, 14 yaşında yağız bir delikanlı olmuştu Ayaz. Köylünün taktığı lakapla "Kara Ayaz". Karalığı esmer teninden değil deliliğinden yapışmıştı üstüne. Neyi ne  zaman yapacağı belli olmayan, mahzun toprağın kaya gibi sert delikanlısı, gözünün karalığından hakkını vererek almıştı bu namı.

Geçen zamanla birlikte sorumlulukları da artmıştı.  Artık evin tüm yükü omuzlarında, bir gün tarlada bir gün çobanlıkta durmadan yorulmadan çalışıyordu. Ekin zamanı gelmiş çatmıştı yine. Güneş yeni yeni yüzünü gösterirken yola  çıkar, babasından kalan tırpanı omzuna atarak tarla yoluna koyulurdu. Sabah ekini biçer. Sonra tırmıkla toplayarak mahsülü Ahmet emminin patosunda vurmak üzere taşırdı. 

O günlerin birinde öğle vakti güneş ortalığı kavururken. Kafasındaki şapkanın altına koyduğu mendili alıp. Yüzünden  boynuna doğru akan teri siliverdi. Kafasını kaldırdığında anasının patika yoldan yavaş yavaş geldiğini gördü. Azık getiriyordu Zahide ana. Aklına tarlaya babasıyla geldiği günler geldi.
Yıllar onu güneş altında Mehmet Zamin bıraktığı noktada. Bir tarlanın ortasında elinde tırpanla, derin bir düşünce halin de yakalamıştı.Aradan geçen koca zaman. Acılar dışın da ne getirmişti ona? Uzun süredir bunu düşünüyordu. Zaten başka da bir şey gelmiyordu elinden. Babasının yokluğunun açtığı derin yara bir türlü kapanmak bilmiyordu. Mutluluk dediği şey, Mehmet Zamin her akşam oturduğu seki'ye gözleri ilişine kadar olan zamandan başka bir şey  değildi. O'anlar dünya dünya olmaktan çıkıyordu. Hele bir de anası ile göz göze gelirlerse ağlamamak için dudaklarını dişlerinin arasına alır morarana kadar sıkar, bir bahaneyle kendini dışarı atıverirdi.

Bir ara ellerine ilişti gözleri. Elleri, babasının avuçlarının içinde kaybolan elleri! Ne zaman bu kadar büyümüş ve nasıl o pamuk gibi eller nasır tutar olmuştu böyle. Elindeki tırpanı yere bıraktı.Tarlanın ortasında feleğin çemberinden geçerken, anasına gözleri ilişti.Yok bu sefer ağlamak yok dedi içinden. Yüreğindeki sızı bir kat daha arttı ama güçlü olmalıydı. Yavaş adımlarla anasının yanına vardı."Ana, bilin mi bu dünyayı ne üzerine kurmuşlar?" "Nerden çıktı şimdi oğul!" "İki damla göz yaşı ana. Biri doğum üstüne, biri ölüm. Biz ölümü gördük çok şükür. Şimdi yeniden doğmamız lazım!"


Anası gözyaşları içinde  oğluna bakıyordu. Ak düşmüş saçları,  belirgin elmacık kemikleri, yüzünde acılardan edindiği çiziklere rağmen çok güzel bir kadındı Zahide.

Getirdiği toprak testiyi  ve azığı yere bıraktı. Bir an Mehmet Zaimi görür gibi oldu. Her zaman oturduğu yerde bağdaş kurmuş, ağaca sırtını dayamış Zahideye bakıyordu. "Ne güzel başlamıştı hikayemiz" dedi Zahide kimsenin duyamayacağı bir sesle. iri siyah gözlerinden akan yaşlara aldırış etmeden, gülümseyerek elini uzattı yarenine doğru, bu sefer dokunacak gibiydi. Ama eli yine boşlukta asılı kaldı. Kendini bırakı verdi sertçe. Dizlerinin üstüne düştü.Yüreğindeki acıdan başka  hiçbir acıya yer kalmamıştı. Hiçbir şey hissetmedi, büyük bir boşluk dışında. Bu kaçıncı sefer , beyninin kendini kandırışıydı. Mehmet Zaimin ölümünden sonra gördüğü hayallere bir yenisi daha eklenmişti sadece.

Kafasını yavaşça kaldırınca Ayazın solgun ve donuk yüzünü gördü. Bir süre bakıştılar. Ayaz'ın biraz önceki cesaretli halinden eser kalmamıştı. Hiçbir şey söylemeden anasının yanına dizleri üstüne oturdu. Zahide hiç bir şey olmamış gibi "Oğul acıkmışsındır" dedi. "Ana ne dediydim ben az önce. Hayat akıp gidiyor ana! Daha ne kadar bu acılarla yaşayacağız. Daha ne kadar göz yaşı dökeceksin! Yetmez mi horlanmamız, yok sayılmamız!" Kıpkırmızı olmuştu Ayaz. Zahide hiç bir şey söylemeden getirdiği azığı Ayazın önüne koydu. 

" Oğul kumruları bilirmisin" dedi. Ayaz sadece başını evet anlamında sallamakla yetindi. "Oğul avcının biri bir gün bir kumruyu takip ediyormuş. Sonunda kumruyu vuracağı bir anı yakalamış. Ateş ettiği anda kumrunun eşi görünmüş. Eşinin yerde çırpındığını gören kumru çaresizliğinden eşinin etrafında fır dönmüş. Eşinin tamamen hareketsiz kalmasından sonra bir umutla eşinin yanına konup gagasıyla onu uyandırmaya çalışmış. Ama nafile ne yaptıysa eşini uyandıramamış  uykusundan. Daha sonra eşinin üzerinde dönerek yükselip, gözden kaybolmuş. Avcı bulunduğu yerde yaptığı işin pişmanlığı ile olan biteni izlerken.  Birkaç saniye sonra yerde yatan kumrunun üzerine doğru bir şeyin çığlıklar atarak,hızla geldiğini görmüş. Eşinin üzerinde yükselen kumruymuş gelen, kanatlarını kapatarak, eşinin vurulduğu yere sertçe saplanmış ve ölmüş."

biz babanla kumrular gibiydik işte! Ben daha genç kızlığımın başında babanı gördüğüm ilk andan itibaren çok sevdim. O' da beni çok sevdi. Aynı kumrular gibi birbirimizden başka kimseyi görmedi gözümüz,birbirimizden başka derdimizde olmadı. Kumrular gibi hep sevgi üzerine kuruluydu hayatımız ve birbirimizeydi bağlılığımız. Şimdi sen kalkmışsın ağlama diyorsun oğul. Biz bir kumru dahi olamayız mı? Bizim sevdamız  iki damla gözyaşını hak etmiyor mu?  "

Devamı önümüzde ki hafta bir gün...

Hiç yorum yok:

 
Ziptime